ÖZET
Bowlby’nin bağlanma kuramına göre, bağlanma, doğuştan gelen ve biyolojik uyuma yönelik güdüleme özelliği olan temel bir sistemdir. Bu sistem bebeği, seçici bir biçimde güvenli bir bağlanma ilişkisi kurma arayışına yöneltir. Çoğunlukla anne ile kurulan bu bağ, bebeğin çevresini keşfetmede kullanabileceği güvenli bir üs ve tehlike anında onu koruyacak sağlam bir sığınak işlevi görür. Ancak her bebek bu kadar talihli değildir ve hayata güvenli bir bağlanma ilişkisi ile başlamaz. Kaygılı ya da kaçınmacı davranış örüntüleriyle kendini gösteren güvensiz bağlanma ilişkisi, kişiyi yetişkinlik hayatında da yakın ilişkilerinde zora sokar. Güvensiz bağlanma örüntüsü geliştiren kişiler için psikoterapinin güvenli bir üs olması önem taşımaktadır.
Psikodrama, doğası gereği bizleri kişilerarası bir zeminde, güvenle kendi iç dünyamızı keşfe çıkartan, adım adım geçilmesi gereken gelişimsel aşamalardan geçiren ve hayat ile yeni ve sağlıklı bağlar kurmamızı sağlayan bir psikoterapi sistemidir. Bu makale, psikodramanın, güvensiz bağlanma örüntülerinin yeniden yapılandırılması konusundaki işlevselliğini göstermektedir.
ABSTRACT
Theory of Attachment developed by Bowlby suggests that attachment is an inborn mechanism which has a capacity to motivate an organism for adaptive biological survival. This system makes baby selectively search for a secure attachment relationship. The bond which is mostly formed with the mother serves as a secure base for discovering the world and a protective shelter in front of any danger. Unfortunately not every baby is lucky enough to begin life within a secure attachment bond. In some cases insecure attachment styles are developed which show themselves as anxious and avoidant behavioral patterns even in adultood close relationships. For those who developed insecure attachment patterns psychotherapy has to be a secure base.
Psychodrama, is an interpersonal psychotherapy system which provides us with a secure base for self discovery, allows gradual personal growth and new healing bonds with life. This article emphasizes effectiveness of psychodrama on restructuring insecure attachment patterns in human life.
Bağlanma Kuramı, Sosyometri ve Psikodrama
Bağlanma Kuramının Geliştiricisi John Bowlby, psikoanalitik gelenekte yetişmiş olmasına karşın, psikoanalitik kuramın, fantazilere ve iç yaşama odaklanarak gerçek yaşam deneyimlerine çok az önem vermesini bir eksiklik olarak görmüştür. Bowlby’nin psikoanalitik geleneğin izini sürerek geliştirdiği bağlanma kuramına göre bebek ve anne arasındaki bağlanma, bu ikilinin arasındaki gerçek ilişkinin doğasına bağlı olarak gelişen bir oluşumdur. Bağlanma kuramı, içgüdüsel dürtü kuramını tümüyle redderek, iç dünyanın gelişiminde dış gerçekliğin önemini vurgulamıştır (Knox, 1999). Benzer biçimde Moreno da (1953) kuramında, insanların bir sosyal atom içine doğduklarını ve bir iç dünya yaratılabilmesi için birey ve çevre etkileşiminin şart olduğunu savunmuştur.
Bowlby’ye (1969) göre, sağlıklı duygusal gelişim için çocuğun yakın ve istikrarlı bir bakım alma ilişkisine ihtiyacı vardır. Bowlby kuramını, gerçek deneyim ve ilişkisellik üzerine yaptığı çalışmaların üzerinde kurmuş ve geliştirmiştir. Yaşamlarının ilk üç yılı içinde annelerinden ayrılan ve kurumlarda yaşayan çocuklar ile yaptığı çalışmalarda, sonradan verilen iyi bakıma rağmen çocuklarda psikolojik sorunlarla karşılaşılması, Bowlby'i psikoanalitik kuramın “çocuklar annelerini, onunla açlık güdüsünün doyurulması arasında bir çağrışım kurdukları için severler” görüşünden uzaklaştırmıştır (Hazan ve Shaver, 1994). Bowlby bu çalışmalarında, protesto, umutsuzluk ve kopma davranışlarının, ayrılığa gösterilen hayatta kalma tepkileri olduğunu savunmuştur (Bowlby, 1960). Çocuklukta da yas yaşama kapasitesinin olduğunu ve bunun birincil bakıcı ile kurulan bağın derinliğini gösterdiğini öne sürmüş ve ayrılıktan etkilenmez görünmenin ya da ayrılıktan aşırı kaygılanmanın bağlanma ile ilişkili sorunlara işaret eden davranışlar olduğu düşüncesini ortaya koyarak, daha sonraki yıllarda Ainsworth, Blehar, Waters ve Wall, (1978) tarafından yapılacak olan bağlanma örüntüleri sınıflamasının ilk yol işaretlerini çizmiştir.
İnsanın Kişilerarası Doğası: Bowlby ile Moreno’nun Buluşma Noktası
Bowlby’nin yetiştirme yurtlarında yaptığı gözlemler ile Moreno’nun mülteci kampında, yaptığı gözlemler arasında önemli benzerlikler olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bowlby, annelerinden ayrılmış olan ve bir başkasının bakımına muhtaç olan çocuklarda (1958, 1959, 1960), Moreno da barakalarda zorunlu olarak biraraya gelmiş kişilerde daha fazla hastalık ve psikolojik soruna rastlandığını tespit etmişlerdir (Özbek & Leutz, 1987). Bowlby’nin çocukları, iyi bakıma rağmen sorun yaşarken, Moreno’nun göçmenleri arasında da birbirlerini tercih ederek biraraya gelmiş olanlarda, şartlar aynı olumsuzlukta olmasına rağmen daha az hastalık görülmekte idi. Bir başka deyişle, her ikisi de insan sağlığının kişilerarası doğasını keşfetmişler ve insanların önemli ötekilerle olan karşılıklı bağlarının ve duygu akışının önemini görmüşlerdir. Bowlby, kendi gözlemlerinden yola çıkarak Bağlanma Kuramı’nı geliştirmiş, Moreno ise bu araştırma ve çalışmaları sonucunda, bir sistem olarak Sosyometri’yi yaratmıştır.
Anne-bebek İlişkisinde Güvenli Üs
Psikodramada Grubun Güvenli Kozası
Bowlby’nin bağlanma kuramına göre, bağlanma, doğuştan gelen ve biyolojik uyuma yönelik güdüleme özelliği olan temel bir sistemdir. Bu sistem bebeği, seçici bir biçimde bir bağlanma ilişkisi kurmaya yöneltir. Bağlanma sistemi, hem bebeğin, bakım verene olan fiziksel yakınlığını sürdürerek, çevreden gelebilecek tehlikelerden korunmasına yardım eder, hem de ona çevreyi keşfetmesi için gerekli koşulları sağlar. Bakım veren ile bebek arasındaki bu yakınlık, bebeğin çevresini keşfetmede kullanabileceği “güvenli bir üs” ve tehlike anında onu koruyacak “sağlam bir sığınak” işlevi görür (Bowlby, 1969, 1973, 1980).
Bu dönem, Moreno’nun Rol Kuramı açısından ele alındığında, birinci psişik evren’in özdeşim bütünlüğü evresine denk düşmektedir. Moreno’ya göre bu dönemde annenin varlığı, bebeğin dünyasında bütünleyici bir rol üstlenir ve çocuk kendisini dış dünya ile özdeşim içinde algılar (Özbek & Leutz, 1987). Kanımca, bu bütünleşik varoluş durumu, kendisini ayrı bir varlık olarak hissetmenin vereceği kaygıya henüz hazır olmayan bebeğin, hayatta kalmak için ihtiyacı olan güvenlik duygusuna da temel oluşturarak, onun dünyayı güvenli bir yer olarak algılamasına ve bu sarmal içinde hayata ısınmasına yardımcı olmaktadır. Tıpkı bir psikodrama oturumunda, yönetici ve protagonistin ısınma yürüyüşü yaparken grubun güven veren kozası içinde yan yana ve temas halinde yürümeleri gibi…
Moreno’ya göre, birinci psişik evrendeki anne-bebek etkileşim birimi, bir sosyal plasenta işlevi görür. Pek çok canlıya kıyasla uzun süre bakıma ihtiyaç duyan insan yavrusunun gelişebilmesi için doğumdan önceki organik plasenta gibi doğumdan sonra da bir sosyal plasentaya ihtiyaç vardır. Bu sayede, yeni doğan için “birlikte olma, birlikte hissetme, birlikte yapma” mümkün olur ve gelecekteki kendi varlığına güven duymasının temelleri atılabilir (Özbek & Leutz, 1987). Birinci psişik evre sağlıklı geçirilir ise ilerideki eş seçimlerinin ve ilişkilerin de sağlıklı olması beklenir (Altınay, 2010).
Bağlanma Sisteminin Gelişimi ve Temel Özellikleri
Bowlby’nin kuramında da, benzer şekilde, anne-çocuk ilişkisinin, ileriki yıllarda hem kişilerarası hem de kişinin iç dünyasında olan bitenin kökünü oluşturduğu söylenir. Anne (bakım veren) ile yinelenen etkileşim örüntüleri ve günlük deneyimler sonucunda bebek, bağlanma kişisi ve kendilik modellerinin temsillerini içeren bilişsel yapıları ya da Bowlby’nin tanımıyla “içsel işleyen modeller”i (internal working models) geliştirir. Bu modeller, bakım verenin ulaşılabilirliğini ve olumlu tepkiselliğini öngörmede kullanılan bilişsel temsillerdir (Hazan ve Shaver, 1994; Knox, 1999; Page, 2001). Davranışın sistemik doğasına bağlı olarak içsel işleyen modeller, bakım verenin olumlu tepkiselliğine ilişkin değerlendirmelerle birlikte, çocuğun bakımı hak etmeye ilişkin kendilik değerini de içermektedir (Page, 2001). Güvenli bağlanan bir çocuk, olumlu tepkisel ve güvenilir bir bakım veren modeli ile sevgi ve dikkati hak eden bir kendilik modeli geliştirir ve bu varsayımı daha sonraki ilişkilerine de taşıyabilir. Güvensiz bağlanan çocukta ise dünyaya ve insanlara ilişkin tehdit edici ya da olumsuz beklentiler ile kendisine ilişkin değersizlik duyguları gelişir (Knox, 1999) ve ilişkilerinde sorunlar yaşama olasılığı artar.
Ainsworth ve arkadaşları (1978), ünlü çalışmaları sonucunda, farklı ilişki deneyimlerine rağmen, bebeklerin içsel modellerini, annenin ulaşılabilirliğine ve olumlu tepkiselliğine yönelik beklentileri üzerine kurduklarını ve buna bağlı olarak da belirli bağlanma örüntüleri geliştirdiklerini öne sürmüşlerdir. Buna göre bebekler, bağlanma kişisi ile teması sürdürmeye yönelik üç tür bağlanma stratejisi geliştirmektedirler. Bunlar, güvenli bağlanma, güvensiz kaygılı bağlanma ve güvensiz kaçınmacı bağlanma olarak tanımlanmıştır. “Yabancı ortam” olarak adlandırılan deneysel ortamda, 12-18 aylık bebekler, kısa aralıklarla önce annelerinden ayırılır, ardından bir yabancı ile odada yalnız bırakılır ve son olarak anneleri ile yeniden biraraya getirilirler. Bu çalışmada, ayrılık sonucunda harekete geçen bağlanma sistemin üç temel davranış örüntüsü ile kendini gösterdiği izlenmiştir. Güvenli bağlanan bebekler, annenin yokluğunda kısmen huzursuz olmakta, ancak panik yaşamadan, anneleriyle temas aramakta ve o döndüğünde rahatlayarak, onu güvenli üs olarak kullanıp çevreyi keşfe çıkmaktadır. Güvenli bağlanan bebeklerin annelerinin genelde duyarlı, ulaşılabilir ve çocuklarından gelen isteklere olumlu tepkiler veren kişiler oldukları dikkati çekmiştir. Kaygılı-kararsız bağlanma örüntüsü gösteren bebekler, annelerinin yokluğunda yoğun bir kaygı, gerilim ve kızgınlık yaşamakta, o sırada odada bulunan yabancı ile iletişimi reddetmekte, anneleri döndüğünde ise kolay kolay yatıştırılamamakta ve çevreyi keşfe çıkmak yerine ona sıkıca yapışıp birlikte olmak istemektedir. Bu bebeklerin annelerinin, tutarsız tepki veren; bazen ulaşılamaz ya da tepkisiz, bazen de çocuklarının etkinliklerini sıklıkla kesintiye uğratacak şekilde, aşırı müdahaleci oldukları gözlenmiştir. Kaygılı-kaçınmacı bebekler ise, anneleriyle ayrılmaktan etkilenmez görünmekte, onunla yeniden biraraya geldiklerinde de temastan kaçınmaktadırlar. Bu bebeklerin annelerinin ise genellikle soğuk, çocuklarının yakınlık isteğini reddeden ve onunla beden temasından kaçınan anneler oldukları gözlenmiştir.
Bebekliklerinde güvensiz bağlanma örüntüsü geliştirmiş kişilerin çoğu, yetişkin dönemlerindeki yakın ilişkilerde, kaygılı (saplantılı / korkulu) ya da kaçınmacı (reddedici, kayıtsız) bağlanma stilleri geliştirmekte ve ilişkilerinde karşılaştıkları zorluklarla başa çıkmakta güçlük çekmektedirler.
Bowlby, içsel işleyen modellerin (İİM) eğişime dirençli yapılar olduğu görüşünü öne sürmüş olsa da, kişinin İİM’leri üzerinde düşünme ve derine inme kapasitesine sahip olduğuna işaret etmiş ve “düzeltici” ilişki deneyimleri gibi, değişikliğe götürebilecek yollardan da sözetmiştir. Öte yandan bağlanma sistemini harekete geçiren temel ihtiyaç güvenlik aramak olduğundan, İİM’ lerdeki değişikliklerin daha çok güvenli bağlanma doğrultusunda olması olasılığı yüksek bulunmaktadır.
Bağlanma İlişkisindeki Eşzamanlılık ve Öznelliklerarası Rezonansın Psikodrama Sahnesindeki İzdüşümleri:
Eş ve Tele
Bağlanma ve beyin gelişimi arasındaki ilişkiyi inceleyen çok sayıda makale ve kitabın yazarı olan Allan Schore (2000, 2001, 2002a, 2002b) bağlanma kuramının, özünde, bir düzenleme (dyadic emotional regulation) kuramı olduğunu öne sürmektedir. Bu görüşe göre güvenli bir bağlanma ilişkisinde anne, sezgisel ve bilinçdışı düzeyde, sürekli olarak bebeğin değişen uyarım ve duygudurumlarını düzenlemektedir. Başka bir deyişle burada öznelliklerarası bir rezonans sözkonusudur. Bu iletişimsel matriks içinde hem anne, hem de bebeğin psikobiyolojik durumları birbiriyle uyum içindedir. Bu uyum eşzamanlı sosyal dikkatlerini ve birbirlerine yönelik uyarımlarını düzenlemelerini sağlar. Eşzamanlılık, anne ve bebeğin birbirlerinin ritmik yapısını öğrenmesi ve kendi davranışlarını bu yapıya uyum sağlayacak biçimde değiştirmeleri sonucu oluşur. Anne, birliktelik sırasında bebeğin duygudurumunu ne kadar iyi düzenliyorsa, onun uzaklığı tolere etmesini de o derece kolaylaştırır. Anne bebeğin yeniden biraraya gelme ihtiyacına ne kadar duyarlı ise, ilişki de o denli eşzamanlı olur. Bu karşılıklı uyumluluk içeren etkileşimler, bebeğin sağlıklı duygudurum gelişiminin temelini oluşturur.
İlk olarak anne-çocuk ilişkisinde hissedilen bu öznelliklerarası rezonansın, sosyometrik ölçümlerde ve psikodrama sahnesinde çok güçlü bir yeri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zerka Moreno’ya göre (1975) bu ilk dönem, çocuğun varlığının olumlu olarak onaylanması ve sayılmasıyla ilgili ihtiyacına denk düşer ve benlik oluşumu için kritik bir öneme sahiptir. Bu doğrultuda psikodramadaki “eş” in (double) kökü erken dönem anne-bebek ilişkisine uzanmaktadır. İlk “Eş” yani anne, bebek için ideal bir yardımcı ego işlevini üstlenerek bebeği için gereken her şeyi onun yerine yapar. Bu birlikte olma, birlikte hissetme, birlikte yapma durumudur. Tıpkı bebeğin hayatta kalmak için kendi başına yapamadıklarını yapacak ve adeta bedeninin uzantısı gibi davranacak birine ihtiyacı olması gibi psikodramada da eş, protagonist ile adeta tek bir kişi imişcesine onun iç dünyasıyla ilgili ipuçlarını sağlar ve terapistin protagonisti anlamasına yardımcı olur.
Tian Dayton (1994) da bu dönemi “Eş (double) Dönemi” olarak adlandırmıştır. Bu dönem, bebek açısından, benliğin annenin benliği ile bir bütün olduğu dönemdir. Bebek, anneyi kendisinin uzantısı olarak algılar. Annenin doğal ritmi, bebeğe olduğu gibi yansır. İkili arasında hiçbir sınır yoktur. İnsan yavrusu ancak bu şekilde güven duygusu geliştirmeye başlar. Birinci evrende bebeğin uzantısı olan eş, aynı zamanda onun dünya ile bağının ve gelecekte kuracağı ilişkilerin de temelini atar. Bu dönemde içselleştirilen eş (double), sonraki dönemlerde kişinin kendilik algısını ve ne kadar görüldüğüne, onaylandığına, sevildiğine dair hissiyatını belirler.
Psikodrama oturumlarında eş ve eşlemenin protagonist üzerinde bu kadar temel bir etkisi vardır. Protagonist, kendi subjektif gerçekliği içinden eş’lenme sayesinde iç dünyasını güven içinde sahneye aktarabilir ve oyunun gelişimi boyunca, ihtiyacı olan yaşamsal bağları yavaş yavaş oluşturabilir.
Zerka Moreno, eşlemeyi, ötekinin psişesinin içinde yürümek olarak tarifler. Bu da iki yönlü duygu akışı, yani “tele” sayesinde mümkün olabilir. “Tele”nin temeli, anne-çocuk arasındaki empatik bağın köklü biçimde kurulduğu dönem olan özdeşim bütünlüğü döneminde yatar (Kurter, 2010). Zerka Moreno, tele ilişkisinin, kendiliğinden doğal biçimde geliştiğini, Jacob Levy Moreno da bu süreçte tesadüfe yer olmadığını ve tele ilişkisinin iki tarafı birden içermesi itibarıyla, gerçekçi unsurlara dayandığını (Blatner, 1994) vurgularken sanki kişilerarası alanda gerçekleşen bu karşılıklı duygu akışının, olması gereken yerde ve anda olduğunu söyler gibidirler. Paul Holmes da (1992) teleyi, transferansdan farklı olarak, içinde nevrotik bir güdülenme barındırmayan, bir kişiyi diğerine çeken ve diğerinin gerçek niteliklerinin harekete geçirdiği duygulardan oluşan karmaşık bir yapı olarak tanımlamış ve bir psikodrama oturumundaki terapötik ilerlemenin ancak tele ile mümkün olabildiğini vurgulamıştır. Adam Blatner’a göre (1994) organizmalardaki seçicilik, doğuştan gelen bir eğilimdir ve tele bu seçiciliğin bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Ancak insanlar arasındaki karşılıklı itim ve çekim dinamikleri, bu olguyu tercih olmaktan çok daha öteye taşımakta ve karmaşıklaştırmaktadır. Bağlanma kuramının özünü oluşturan bu ilişkisellik ve eşzamanlı rezonans, sosyometri ve psikodrama için hayati önem taşır.
Kanımca, kişilerin öznel tarihlerinden gelen subjektif gerçeklik, psikodrama sahnesinde gün ışığına çıkar ve ‘an’a özgü kişilerarası bir rezonans yaratarak o ‘an’ın objektif gerçekliğini doğurur. “Tele”, aslında içinde tarihten izdüşümleri barındıran yeni bir gerçekliktir ve ortaya çıktığı anın kozasını oluşturarak şimdi ve burada çalışabilmeyi sağlar. Bu da arkaik ilişki örüntülerinin şimdi ve burada harekete geçmesine ve üzerinde çalışılmasına olanak verir.
Hayatın en başında, annenin düzenleyici işlevini deneyimleyebilen bebek, çevredeki an be an gelişen stres yaratıcı olayları değerlendirmeye ve uyumsal yeteneğini arttırarak stresle başa çıkmak için tutarlı davranışlar geliştirmeye başlamaktadır. Düzenlenmiş duygu etkileşimleri, yalnızca güvenlik duygusu yaratmaz aynı zamanda olumlu duygularla şarj edilmiş merak duygusu da yaratır. Bu da kişinin yeni sosyoemosyonel durumları ve fiziksel çevreyi keşfetmesine yardım eder.
Bir bebek için her yeni olay, bir başka deyişle yeniliğin kendisi bir stresördür. Bu nedenle, gelişen bir sistemin uyumsal kapasitesi bilinen ile sınırlı olmayıp, yeni bilgiyi öğrenebilmek ve daha karmaşık bilgi düzeylerine geçebilmek yönünden, bilinmeyene yaklaşabilmeyi de içermek zorundadır. Bir bebeğin, bilinmeyeni keşfe çıkması için gereken en etkili eylem biçiminin oyun olduğunu biliyoruz. Psikodrama oturumlarının başındaki ısınma oyunları da benzer bir işlev görmekte ve kişilere bilinmeyene yaklaşmayı sağlayan bir eylem alanı yaratmaktadır. Isınma oyunları sayesinde üyeler, keşif davranışlarını harekete geçirmekte ve henüz bilinmeyene adım adım yaklaşma cesaretini göstermektedirler.
Eşleme döneminde yeterli ilgi ve sevgiyi gören bebek, hem dış dünyaya hem de ilgi ve sevgiyi hak eden bir bebek olarak kendine yeterince güven geliştirdiği için artık annesinden ayrışabilecek olgunluğa ulaşmıştır. Kendi kendine hareket etme cesaretini ve kendi subjektif gerçekliğinden yavaş yavaş çıkıp dış dünyadaki farklı bilgi kaynaklarıyla ilgilenebilecek merakı geliştirmeye başlamıştır. Tian Dayton (1994) bu dönemi de “Ayna Dönemi” olarak adlandırmaktadır.
Ayna, iç ses ile uyumlu olmak zorunda olmayan bir dışsal bilgi kaynağıdır. Eğer duyarlı ve dikkatli bir aynalama varsa, benlik ile dış dünya arasında güvenli geçişler mümkün olur. Bu sayede çocuk, sadece kendi bakış açısıyla değil, başkalarının bakış açısıyla da kendine bakmayı öğrenir. Eğer bebek birinci evrede yeterince eşlenmiş ise aynalamayı etkili biçimde kullanabilir. Aynalama, acımasız ve cezalandırıcı ise benlik ile dış dünya arasındaki geçiş yolları bozulur. Dışarıdaki yansıma, iç sesiyle uyumlu olmadığında çocuk, yanlış anlaşıldığı ve varlığının kabul görmediği hissiyatı geliştirir ve güven içinde kendine dış bir gözle bakamaz. Subjektif gerçeklikten objektif gerçekliğe geçemez.
Psikodramada da yeterli eş fonksiyonu varsa, protagonist zamanı geldiğinde kendi sahnesinin dışına çıkabilme ve ayna tekniğini kullanarak kendi hayatına dışarıdan bakabilme güvenini oluşturur. Bunun zamanlaması konusunda terapistin protagonist ile kurduğu tele çok önemlidir. Ancak kendi sahnesinin ve subjektif gerçekliğinin içinde yeterince durmuş olan protagonist, onun dışına çıkıp kendine dışarıdan bakabilir.
Bağlanma İlişkisinde Eşzamanlılığın Bozulması,
Kırılma ve Onarımlar
Bowlby’e göre bağlanma ilişkisinde her zaman optimal uyum yakalanamaz. Bağın bozulduğu, kırılmaların olduğu anlar vardır. Bu durum, bebekte otonomik dengenin bozulmasına neden olur ve onarım gerektirir (Reite ve Capitanio, 1985). Bu kırılma ve onarım örüntüsü içinde “yeterince iyi” anne (bu terim Winnnicot’a aittir), çocukta uyanan stres tepkisini ve negatif duygu durumunu düzenlemeyi, yeni bir uyuma geçmeyi başarır. Olumsuz bir yaşantının ardından yeniden olumlu bir yaşantının gelmesi, çocuğa olumsuzluğun sürdürülebilir ve bitirilebilir bir durum olduğunu öğretir. Duygu düzenlemesi yalnızca duygu yükünün azaltılması ve negatif duygunun yok edilmesi değil, pozitif duygu durumunun da yükseltilebilmesidir. Strese dayanıklılığın gelişebilmesi, anne ve çocuğun olumludan olumsuz duygu durumuna ve sonra yeniden olumlu duygu durumuna geçiş yapabilmesi ile mümkündür.
Psikodrama Sahnesinin Onarım Gücü
Eski Köye Yeni Ziyaret
Psikodramada, stresin giderek arttığı ve yoğun duygulanımların biriktiği sahnelerin ardından gelen katarsis anları, bu geçişlerin en belirgin şekilde yaşandığı ve protagonistin strese dayanıklılık becerilerini geliştiren, güvenli bir zeminde onarımın mümkün olduğu gerçeğini bizzat yaşatan ve bu sayede kendilik düzenlemesini öğrenerek içselleştirmeyi sağlayan yaşantılardır. Moreno da terimin etimolojik anlamını genişleterek, katarsisin yalnızca duygu boşaltımı değil aynı zamanda bir düzenleme ve bütünleştirme olduğunu; yalnızca geçmişin yükünden kurtulma değil, sahici bir biçimde şimdi ve burada bulunmak olduğunu; yalnızca pasif ve sözel bir dışavurum değil, aktif bir eylem olduğunu; yalnızca kişisel bir ritüel değil, paylaşılan bir şifa olduğunu; yalnızca intrapsişik bir rahatlama değil, kişilerarası çatışma çözme yolu olduğunu vurgulamıştır (Kellermann, 1992). Bu ifadeler, Moreno’nun da katarsisi, yalnızca bir arınma şekli olarak görmediğini, önemli ötekilerle yaşanan kişilerarası ilişkiler bağlamında bizzat kişilerarası alanda eyleme konulan bir duygu düzenleme yolu olarak önerdiğini göstermektedir.
Yeterince eşlenmiş, doğru aynalanmış, kırılma ve onarımlar yoluyla kendilik düzenlemesini öğrenebilmiş olan çocuk, güçlü bir benlik duygusu ve empati kurma yeteneği geliştirir. Kendi benliğini yitirmeden ve bastığı zemini kaybetmeden başkalarının gerçekliğine girip çıkma güvenini oluşturmuştur. Tian Dayton’un yaklaşımına göre bu dönem “Yardımcı Ego Dönemi” olarak adlandırılır. Çocuğun yüksek kendilik değerinin verdiği sağlamlık ile başkalarının varlığını dikkate almaya ve toplumsallaşmaya başladığı dönemdir. Bu dönem narsisistik ihtiyaçların ve isteklerin ötesine geçebilme ve dünyada başkalarının da olduğu gerçeğini kabullenebilme dönemidir.
Psikodramada yardımcı ego olabilmek, kendi ihtiyaçlarının farkında olarak onları bekletebilmek ve kendisinin dışındaki rollere girmeye hazır olmak çok önemlidir.
Gelişimsel olarak, bundan sonraki dönem, benlik gelişiminin ve ayrışmanın tamamlanarak benlik bütünlüğüne ulaşıldığı ve bunun verdiği güven ile empati kurmanın da ötesinde başkalarının bakış açısına geçilebildiği dönemdir. Tian Dayton bu döneme “Rol Değiştirme Dönemi” adını verir. Rol değiştirmede kendi rolünden tamamen çıkıp bir başkasının benliğine kısa bir yolculuk yaparak onun gibi düşünebilme ve hissedebilme yetisine ihtiyaç vardır. Bunun için sınırların çok net olması gerekir. Rol değiştirmek bir başkasının benliği içinde yok olmak değil, onun subjektif gerçekliğine yapılan anlık bir ziyarettir. Ardından kişi kendi benliğinin sınırlarına geri döner. Kişinin kendi rolünden çıkıp başka birinin rolünü alması ve bir süreliğine o rolü oynaması, kişilik gelişiminindeki temel aşamaların tamamlandığını gösterir.
Kellermann (1992), rol değiştirme sırasında iki kişinin birbirlerinin öznel dünyasında derinleşmeye başlamalarının ve bir süreliğine “öteki” olmalarının önemine değinmiş ve kişinin önce diğerini taklit ettiğini, ardından özdeşim kurduğunu ve son aşamada da içine alarak “o” olduğunu vurgulamıştır. Görülebileceği gibi bu süreç, kişinin kendi içsel işleyen modelleri ile karşılaşmasını, onları yeni gerçeklik içinde ele almasını ve yeniden yapılandırmasını sağlar. Hazmedilmeden yutulmuş bir lokmayı çıkartıp, çiğnedikten sonra yeniden yutmak gibi… Lokma bu kez sindirilmeye hazır hale getirilebilmiştir.
J.L. Moreno ve Z. Moreno, rol değiştirmenin, 3 yaşına gelmiş bir çocuğun sosyal gelişimi açısından son derece önemli olduğunu söylemişlerdir. Bu yaştaki çocuk, yavaş yavaş benmerkezci evreyi geride bırakmakta ve karşısındakini tanımaya başlamaktadır. Rol değiştirme becerisi, çocuğun sağlıklı ve yeterli bir eşleme deneyimi edinebilmiş olmasına bağlıdır (Kellermann, 1992).
Psikodramada rol değiştirme temel teknikler içinde en önemli olanıdır. Bunun anlamı, gelişimsel süreçte en gelişmiş evreye takabül etmesidir. Rol değiştirmenin yapılmadığı bir psikodrama oturumu gelişimsel olarak gereken basamakların çıkılmadığını gösterir.
Bir psikodrama oturumu, bütün bu gelişimsel aşamaları temsili olarak içermek durumunda olduğundan her oturumda gelişimsel basamaklar tekrar tekrar çıkılarak insanın en temel ihtiyacı olan güvenli bağlanma örüntüleri tesis edilerek ya da sağlamlaştırılarak benliğin temelleri güçlendirilir.
Yaşamı sürekli akmakta olan bir nehir metaforuyla ele alırsak, suyun hiçbir anda, bir önceki ile aynı su olmadığını kabul eder, nehri ters yönde akıtmanın ya da durdurmanın mümkün olmadığını söyleyerek “zaman her şeyin ilacıdır” deriz. Psikodrama bu sözü hem doğrularcasına hem de yalanlarcasına bizi geçmişe götürebilen bir tekniktir. Doğrular; çünkü psikodrama sahnesinde yaratılan her eski gerçeklik; aynı zamanda yeni bir gerçekliktir ve girilen ırmak aynı ırmak değil, grubun şifalı sularının akmakta olduğu yeni bir ırmaktır. Yalanlar; çünkü psikodrama sahnesinde zamanı durdurmak, geriye döndürmek ve yeniden yaşamak “gerçekten” mümkündür… Biliyoruz ki “gerçek”, bizim kendi duyumlarımızla algıladığımız ve hissettiğimiz kadardır.
Psikodramada “an” gerçekliktir…
KAYNAKLAR
Ainsworth, M.D.S., Blehar, M.C., Waters, E., ve Wall, S. (1978). Patterns of attachment: A psychological study of the strange situation. Hillsdale, NJ: Erlbaum.
Altınay, D. (2010). Tangodrama. Psikodramada Çağdaş Yaklaşımlar. Ed. Deniz Altınay. İstanbul: Sistem yayıncılık.
Blatner, A. (1994). Tele. Psychodrama Since Moreno. Ed by P. Holmes,
Blatner, A. (2002). Psikodramanın Temelleri. Tarihçe, Kuram, Uygulama (Çev. Gülden Şen). Sistem Yayıncılık, İstanbul.
Bowlby, J. (1958). The nature of the child’s tie to his mother. International Journal of Psycho-Analysis, 39, 350-373.
Bowlby, J. (1959). Separation anxiety. International Journal of Psycho-Analysis, 41, 1-25.
Bowlby, J. (1960). Grief and mourning in infancy and early childhood. Psychoanalytic Study of the Child, 15, 9-52.
Bowlby, J. (1969). Attachment and Loss: Cilt 1. Attachment. New York: Basic Books.
Bowlby, J. (1973). Attachment and Loss: Cilt 2. Separation: Anxiety and anger. New York: Basic Books.
Bowlby, J. (1980). Attachment and Loss: Cilt 3. Loss: Sadness and depression. New York: Basic Books.
Dayton, T. (1994). The Drama Within: Psychodrama and Experiential Therapy, Florida, Health Communications
Hazan, C. & Shaver, P.R. (1994). Bağlanma: Yakın ilişkilerle ilgili araştırmalar için bir çerçeve (Çev. Ali Dönmez). Türk Psikoloji Bülteni, 16-17, Mart-Haziran 2000, 29-50.
Holmes, P. (1992). The Inner World Outside: Object relations theory and psychodrama, London: Tavistock/Routledge.
Kellermann, P.F. (1992). Focus on Psychodrama: The Therapeutic Aspects of Psychodrama. London: Jessica Kingsley.
Knox, J. (1999). The relevance of attachment theory to a contemporary Jungian view of internal world: internal working models, implicit memory and internal objects. Journal of Analytical Psychology, 44, 511-530.
Moreno, J.L. (1953). Who Shall Survive? A New Approach to the Problem of Human Interrelations. Washington: Nervous and Mental Disease Publishing Co.
Moreno, Z.T. (1975). The significance of doubling and role reversal for cosmic man. Group Psychotherapy & Psychodrama, 28, 55-59.
Özbek, A. Ve Leutz, G. (1987). Psikodrama, Grup Psikoterapisinde Sahnesel Etkileşim. Ankara: Has-Soy Matbaası
Page, T.F. (2001). Attachment and personality disorders: Exploring maladaptive developmental pathways. Child and Adolescent Social Work Journal, 18(5), 313-334.
Reite, M. ve Capitanio, J. (1985). On the nature of social separation and attachment. In M. Reite and T. Field (Eds.), The Psychobiology of Attachment and Separation (s.223-255). Orlando, FL: Academic Press,
Schore, A. N. (2000). Attachment and the regulation of the right brain. Attachment and human development, 2(1), 23-47.
Schore, A. N. (2001). Effects of a secure attachment relationship on right brain development, affect regulation and infant mental health. Infant Mental Health Journal, 22(1-2), 7-66.
Schore, A. N. (2002a). Advances in Neuropsychoanalysis, attachment theory and trauma research: Implications for self psychology. Psychoanalytic Inquiry, 22(3), 433-484.
Schore, A. N. (2002b). Dysregulation of the right brain: a fundamental mechanism of traumatic attachment and the psychopathogenesis of posttraumatic stress disorder. Australian and New Zealand Journal of Psychiatry, 36, 9-30.