Bağlanma Örüntüleri, Bellek Organizasyonu ve Psikoterapi

25/07/2021
Makaleler

Bağlanma Örüntüleri, Bellek Organizasyonu ve Psikoterapi

Dr. Psk. Yeşim Türköz

Klinik Psikolog /Psikoterapist/ Psikodrama Terapisti ve Eğitimcisi

Özet

John Bowlby’nin, erken dönem, bebek-bakım veren ilişkisine odaklanan bağlanma kuramı, psikanalitik gelenekten doğmuş olmasına karşın, bebeğin fantazi dünyasından çok, dış dünyadaki gerçek ilişkiye atfettiği önem bakımından, anayol psikanalitik ekolden ayrılmıştır. Söz konusu kuramı temel alan bu derlemede, güvenli ve güvensiz bağlanma örüntülerinin, duygulanım düzenleme ve bellek organizasyonu süreçlerindeki etkileri ele alınmıştır. Farklı bağlanma örüntülerinin, ileriki yıllarda da temsili olarak sürdürülmesi rolünü üstlenen “içsel işleyen modeller”in gelişim süreçleri, psikonörobiyolojik yaklaşım çerçevesinde incelenmiş ve değişmeye dirençli yapılar olup olmadığı araştırılmıştır. Son olarak, güvensiz bağlanma örüntülerinin değişmesinde, psikoterapinin etkisi ve işlevleri tartışılmıştır.

 

Anahtar Sözcükler: Bağlanma kuramı, bağlanma örüntüleri, içsel işleyen modeller, semantik ve episodik bellek, örtük bellek, sağ hemisfer, orbitofrontal korteks, psikoterapi.

 

Abstract

John Bowlby’s attachment theory is focused on the nature of early child-care giver relationship. Eventhough it was born from the psychoanalytical tradition, it has been separated from the main road psychoanalytic school with its emphasis on the outer real relationship, rather than the baby’s inner phantasy world. In this review which is based on Bowlby’s theory, secure and insecure attachment patterns are examined in terms of their influences on the processes of affect regulation and memory organization. Developmental processes of “internal working models” which are supposed to be lifelong representatives of different attachment patterns have been analysed within a psychoneurobiological approach in terms of their resistance to change. Finally, the impact and the functions of psychotherapy in altering insecure attachment patterns have been discussed.

 

Key words: Attachment theory, attachment patterns, internal working models, semantic and episodic memory, implicit memory, right hemisphere, orbitofrontal cortex, psychotherapy.

 

Psikoanalitik Gelenekte Bağlanma Kuramının Gelişimi

Psikoanalitik kuramlar, “içsel nesneler” kavramının doğası ve tanımı üzerinde yıllar boyunca süren tartışmalar yürütmüştür. Freud’dan başlayarak günümüze uzanan tartışmanın temel ikilemi, içsel nesnelerin, gerçek ilişkilerdeki kişilerin içe alınması (introjection) sonucunda gelişen temsilleri mi, yoksa tamamen içgüdüler doğrultusunda geliştirilen ve sonradan dış dünyadaki kişilere  projekte edilen temsiller mi olduğu sorusudur. Melanie Klein, Freud’un yaşam ve ölüm içgüdüsü kavramlarını benimseyerek, içsel nesnelerin bebeğin fantazi dünyasının ürünleri olduğunu savunmuştur. Klein’a göre iyi nesneler, libidonun yaşam içgüdüsünden ortaya çıktığı için iyidirler, kötü nesneler de yıkıcılıklarını ölüm içgüdüsünden almaktadırlar. Gerçek nesnelerin (örneğin anne memesi) bu oluşumlara katkısı çok küçüktür. Öte yandan, Winnicott, Fairbairn ve Guntrip gibi nesne ilişkileri kuramcıları, içgüdülere dayalı içsel nesne kavramını, özellikle de ölüm içgüdüsünü reddederek, çocuğun nesne ilişkilerinin ve içsel nesnelerinin oluşumundaki temel rolü, gerçek dış dünyanın oynadığını öne sürmüşlerdir. Bu kuramcılara göre, iç dünya gerçek ilişkileri yansıtmakta ve içsel nesneler de çocuğun ebeveyneleri ve diğer bağlanma figürleriyle olan ilişkilerini temsil etmektedir. Bir başka psikoanalitik kuramcı olan Sandler de zihinsel süreçlerin önemini vurgulayarak, içselleştirmenin (internalization) bir zihinsel organizasyon etkinliği olduğu ve bebeğin bu süreç içinde, zihinsel modeller yoluyla temsili bir iç dünya oluşturduğu görüşünü geliştirmiştir. Ona göre, bebeğin duyum ve algıları yoluyla aldığı bilgiyi anlamlı örüntülere (zihinsel temsillere) dönüştürmesi sonucunda hem dış dünyanın hem de kendi duyusal tepkilerinin bir zihinsel haritası oluşmaktadır  (Knox, 1999).

Gerçek ilişkilerin, içsel dünyanın oluşmasındaki rolü üzerine yürütülen bu tartışmanın yarattığı soru işaretleri, John Bowlby’nin, psikoanalitik geleneğin izini sürerek geliştirdiği bağlanma kuramı içine girildiğinde ortadan kalkmaktadır. Bowlby’nin kuramına göre, bebek ve anne arasındaki bağlanma, gerçek ilişkinin doğasına bağlı olarak gelişen bir oluşumdur. Bağlanma kuramı, içgüdüsel dürtü kuramını tümüyle redderek, iç dünyanın gelişiminde dış gerçekliğin önemini vurgulamıştır (Knox, 1999).

Bowlby, psikoanalitik gelenekte yetişmiş olmasına karşın, psikoanalitik kuramın, fantazilere ve iç yaşama odaklanarak gerçek yaşam deneyimlerine çok az önem vermesini bir eksiklik olarak görmüştür. Yaşamlarının ilk üç yılı içinde annelerinden ayrılan ve kurumlarda yaşayan çocuklar ile yaptığı çalışmalarda, sonradan verilen iyi bakıma rağmen çocuklarda psikolojik sorunlarla karşılaşılması, Bowlby'i psikoanalitik kuramın “çocuklar annelerini, onunla açlık güdüsünün doyurulması arasında bir çağrışım kurdukları için severler” görüşünden uzaklaştırmıştır (Hazan ve Shaver, 1994).

Bowlby, çocuğun çevre ile ilk etkileşimlerinin kişiliğinin oluşumundaki etkilerine ilişkin yazmış olduğu ve 1940’da yayınlanan konuyla ilgili ilk makalesinden 29 yıl sonra, bağlanma kuramı üzerine yazdığı “Bağlanma ve Kayıp” isimli üç temel kitabın ilkini yayınlamıştır (Hazan ve Shaver, 1994; Schore, 2000). Bowlby, kuramını geliştirirken aynı zamanda, etholoji, psikoanaliz, bilgi işleme modelleri ve biyolojik yaklaşımların bir sentezine ulaşmıştır (Jellema, 1999; Schore, 2000). Bowlby’e göre bağlanma kuramı, insanların kendileri için önemli ötekilerle güçlü duygusal bağlar kurma eğiliminin nedenlerini açıklamaktadır (Sümer ve Güngör, 1999). Bağlanma kuramının temel varsayımı, doğduklarında aşırı olgunlaşmamışlıkları nedeniyle bebeklerin, ancak bir yetişkin onlara bakmaya ve korumaya istekli olduğu takdirde yaşayabilecekleri gerçeğidir (Hazan ve Shaver, 1994). Bağlanma davranışı, bebeğin, tehlikelerden korunmak ve fiziksel ve duygusal güvenliğini sağlamak için koruyucu olarak algıladığı özel bir kişiye olan yakınlığını sürdürme eğilimi olarak tanımlanmaktadır (akt. Jellema, 1999; Page, 2001). En temel bağlanma davranışı, genellikle yaşamın ilk dokuz ayı içinde gelişmekle birlikte (Brown ve Wright, 2001), Bowlby’e göre bağlanmanın tam olarak biçimlenmesi süreci ortalama 2 ya da 3 yıl sürmektedir (Hazan ve Shaver, 1994; Schore, 2000). Bütün normal bebekler, bağlanma davranışını yaşamın ilk 6-7 ayı içinde, yakınlık kurmak istedikleri ve ayrı kalmaya itiraz ettikleri tek bir kişiye yöneltirler. Bu kişinin seçiminde, bebekteki sıkıntı ve zorlanmışlık işaretlerine olumlu tepki verebilme, ulaşılabilirlik ve tanıdıklık belirleyici olmaktadır  (akt. Hazan ve Shaver, 1994).

 

Davranışsal Sistem Olarak Bağlanma

Bağlanma sistemi, hem bebeğin, bakım verene olan fiziksel yakınlığını sürdürerek, çevreden gelebilecek tehlikelerden korunmasına yardım eder, hem de ona çevreyi keşfetmesi için gerekli koşulları sağlar. Bakım veren ile bebek arasındaki bu yakınlık, bebeğin çevresini keşfetmede kullanabileceği “güvenli bir üs” ve tehlike anında onu koruyacak “sağlam bir sığınak” işlevi görür (Sümer ve Güngör, 1999).

Bağlanma süreci, davranışsal bir sistem içinde organize edilmektedir. Bu sistem, bebeğin, bakım verene olan yakınlığını koruyarak yaşamını sürdürmesini sağlayan yaşamsal bir işlev taşır. Bağlanma kişisinden uzaklaşma, bağlanma sistemini harekete geçirir ve bebek ağlama ya da sıkı sıkı yapışma gibi tepkiler göstererek, yeniden temas kurmaya ve uzaklığı ortadan kaldırmaya çalışır. Bebek, bakım veren ile güvenli bir bağ içinde olduğunu hissettiğinde ise onu bir üs gibi kullanarak çevreyi keşfe çıkar. (akt. Brown ve Wright, 2001).

Hazan ve Shaver (1994), davranışsal sistemi, dış yapı açısından farklı olmalarına karşın aynı işleve hizmet eden davranışlar takımı olarak tanımlamaktadırlar. Örneğin, gülümseme, ağlama ya da izleme farklı davranış yapıları içermelerine karşın, hepsi de bakım veren ile yakınlığı koruma ya da yeniden kurma amacına hizmet eden aynı sisteme ait davranışlardır. Yakınlığın sağlanıp korunması, güvenlik ve sevgi duygularına yol açarken, ilişkideki herhangi bir kesinti de kaygı, kızgınlık ya da üzüntüye neden olur. Bowlby’e göre kaygı, protesto ve hatta kopma tepkileri, bebeğin temel koruyucusundan ayrılmaya karşı gösterdiği yüksek düzeyde uyumcul tepkilerdir. Bebek sıkıntısını ifade ettiği halde yakınlığı yeniden sağlama umudu kalmamış görünüyorsa, sürekli sıkıntı ifadesi, yalnızca yırtıcıların dikkatini çekme riski (insan evriminin erken dönemlerindeki gerçek tehlike) taşımakla kalmaz, aynı zamanda fiziksel olarak da çocuğun tükenmesine neden olur. Umutsuzluk evresinin edilgenliği, bebeği sessiz ve hareketsiz tutarak iyileşmesine izin verir. Bu kopma, normal etkinliğin başlamasını, hatta büyük bir olasılıkla yeni bir bağlanma kişisi arayışını olanaklı kılar. Tıpkı yakınlığı koruma gibi, uzun ayrılıklara tepkiler de bağlanma sisteminin işlerliğini yansıtır (Hazan ve Shaver, 1994). Bu doğrultuda bağlanma sisteminin, evrimsel değeri olan temel bir yaşamsallık işlevine hizmet ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bağlanma kişisinin bebekten gelen duygusal sinyallere karşı gösterdiği duyarlılık, bebeğin duygusal yaşantılarını nasıl organize edeceği ve nasıl düzenleyeceği üzerinde kritik bir öneme sahiptir. Eğer bebek, bağlanma kişisinin, olumsuz duygulara duyarlı olduğunu ve cevap verdiğini hissederse, bu duygularıyla başaçıkmak için geliştireceği stratejiler daha çok rahatlama ve desteklenme işlevi taşıyacaktır. Bu da güvenli bağlanmanın gelişimini güçlendirir. Eğer bebek, bağlanma kişisinin duyarsız ya da tutarsız olduğunu hissederse, olumsuz duyguları, olumsuz sonuçlar ile bağlantılandırmayı ve güvensiz bağlanmaya katkıda bulunan başaçıkma stratejileri geliştirmeyi öğrenir (Brown ve Wright, 2001). Bu koşullar altında, bebeğin bağlanmaması diye bir sonuç sözkonusu olmadığından, bağlanma kişisiyle ilişkisinin kalitesi, bağlanma davranışının türünü belirlemektedir. Bebeklerin, duyarsız ya da tutarsız figürlere bağlanması ile destekleyici, güven veren figürlere bağlanması arasında bağlanma davranışının niceliği yönünden değil niteliği yönünden fark olduğu düşünülmektedir.

 

İçsel İşleyen Modeller

Yinelenen etkileşim örüntüleri sonucunda, bebek, bağlanma kişisi ve kendilik modellerinin temsillerini içeren bilişsel yapıları ya da Bowlby’nin tanımıyla “içsel işleyen modeller”i (internal working models) geliştirir. Bu modeller, bakım verenin ulaşılabilirliğini ve olumlu tepkiselliğini öngörmede kullanılan bilişsel temsillerdir (Hazan ve Shaver, 1994; Knox, 1999; Page, 2001). Davranışın sistemik doğasına bağlı olarak içsel işleyen modeller (İİM), bakım verenin olumlu tepkiselliğine ilişkin değerlendirmelerle birlikte, çocuğun bakımı haketmeye ilişkin kendilik değerini de içermektedir (Page, 2001). Bağlanma kişisi modeli ile kendilik modeli, birbirlerini tamamlayıcı ve birbirlerini doğrulayıcı biçimde karşılıklı gelişme eğilimindedirler (Hazan ve Shaver, 1994). Güvenli bağlanan bir çocuk, olumlu tepkisel ve güvenilir bir bakım veren modeli ile sevgi ve dikkati hakeden bir kendilik modeli geliştirir ve bu varsayımı daha sonraki ilişkilerine de taşıyabilir. Güvensiz bağlanan çocukta ise dünyaya ve insanlara ilişkin tehdit edici ya da olumsuz beklentiler ile kendisine ilişkin değersizlik duyguları gelişir (Knox, 1999). Bowlby, İİM’lerin beyinde “zihinsel haritalar” gibi işlev gördüğünü ve  bazı kişilerarası bilgilerin, bu haritalar yoluyla işlendiğini öne sürmüştür (Schore, 2000).

 

Bağlanma Örüntüleri

Bebekler, bağlanma kişisinin ulaşılabilirliğine ve olumlu tepkiselliğine yönelik beklentilerine bağlı olarak belirli bağlanma örüntüleri geliştirirler. Ainsworth ve arkadaşları (1978), ünlü çalışmaları sonucunda, bebeklerin bağlanma kişisi ile teması sürdürmeye yönelik üç tür bağlanma stratejisi geliştirdiğini öne sürmüşlerdir. Bunlar, güvenli bağlanmakaygılı-kararsız bağlanma ve kaygılı-kaçınmacı bağlanma olarak tanımlanmıştır. “Yabancı durum” olarak adlandırılan deneysel ortamda, 12-18 aylık bebekler, kısa aralıklarla önce annelerinden ayırılır, ardından bir yabancı ile odada yalnız bırakılır ve son olarak anneleri ile yeniden biraraya getirilirler. Bu çalışmada, ayrılık sonucunda harekete geçen bağlanma sistemin üç temel davranış örüntüsü ile kendini gösterdiği izlenmiştir. Güvenli bağlanan bebekler, annenin yokluğunda kısmen huzursuz olmakta, ancak panik yaşamadan, anneleriyle temas aramakta ve o döndüğünde rahatlayarak, onu güvenli üs olarak kullanıp çevreyi keşfe çıkmaktadır. Güvenli bağlanan bebeklerin annelerinin genelde duyarlı, ulaşılabilir ve çocuklarından gelen isteklere olumlu tepkiler veren kişiler oldukları dikkati çekmiştir. Kaygılı-kararsız bağlanma örüntüsü gösteren bebekler, annelerinin yokluğunda yoğun bir kaygı, gerilim ve kızgınlık yaşamakta, o sırada odada bulunan yabancı ile iletişimi reddetmekte, anneleri döndüğünde ise kolay kolay yatıştırılamamakta ve çevreyi keşfe çıkmak yerine ona sıkıca yapışıp birlikte olmak istemektedir. Bu bebeklerin annelerinin, tutarsız tepki veren; bazen ulaşılamaz ya da tepkisiz, bazen de çocuklarının etkinliklerini sıklıkla kesintiye uğratacak şekilde, aşırı müdahaleci oldukları gözlenmiştir. Kaygılı-kaçınmacı bebekler ise, anneleriyle ayrılmaktan etkilenmez görünmekte, onunla yeniden biraraya geldiklerinde de temastan kaçınmaktadırlar. Bu bebeklerin annelerinin ise genellikle soğuk, çocuklarının yakınlık isteğini reddeden ve onunla beden temasından kaçınan anneler oldukları gözlenmiştir. Son yıllarda, araştırmacılar, bu sınıflandırmaya uymayan ve kaçınmacı, kararsız davranışların dağınık bir karışımı olarak kendini gösteren (örneğin annenin yokluğunda onu arayan ancak yanındayken ondan kaçınan) bir bağlanma örüntüsü daha tanımlamışlar ve bunu dağınık/yönü belirsiz bağlanma olarak adlandırmışlardır. Araştırmalar, bu örüntünün, bebeklikte annenin depresyon ya da başka bir tür rahatsızlık geçirmesi sonucunda veya ihmal ve istismar sonucunda geliştiğini göstermektedir (Brown ve Wright, 2001; Hazan ve Shaver, 1994; Sümer ve Güngör, 1999).

 

Bağlanma Örüntüleri ve Bellek Organizasyonu

Yetişkinlerde bağlanma örüntülerinin araştırılması için kullanılan ve yaygın olarak kabul gören yöntem, Berkeley Yetişkin Bağlanma Görüşmesi’dir (akt. Brown ve Wright, 2001). Bu yöntem, kişinin çocuklukta bakım verenlerle ilişkilerini anlatış biçimine dayanarak, kişinin hangi bağlanma stilini geliştirmiş olduğunu saptamayı amaçlamaktadır. Rapor edilenlerin içeriği değil, tutarlılığı ve bütünlüğü önem kazanmaktadır. Bu görüşme yönteminde, semantik bellek ve episodik bellek bilgilerinin, bağlanma ilişkisi bağlamında birbirinden ayrıştırılarak geri çağırılması sağlanmaktadır. Yapılan görüşmeler sonucunda, güvenli bağlanan kişilerin semantik ve episodik bellekten gelen bilgileri anlamlı bir bütün içinde entegre edebildikleri, buna karşılık, kaygılı-kaçınmacı bağlananların anılarını hatırlayamadıkları, kaygılı-kararsız bağlananların ise anıları birbirine karıştırdıkları ve anlattıklarında bir bütünlük oluşturamadıkları belirtilmektedir (akt. Brown ve Wright).

Crittenden de, sağlıksız yetiştirilmiş çocuklarla yaptığı çalışmalar sonucunda, kaygılı-kaçınmacı ve kaygılı-kararsız bağlananların, dayandıkları bellek sistemlerinin birbirinden farklı  olduğu sonucuna varmıştır. Crittenden’e göre, kaçınmacı bağlanma örüntüsüne sahip olan çocuklar, duygusal yaşantılarını bastırma eğilimi geliştirmekte ve sonuç olarak episodik belleğe güvenmemeyi öğrenerek, esnek olmayan bir semantik bellek organizasyonu geliştirmektedirler. Örneğin alkolik ailelerde sık rastlanan bir durum olan inkar davranışı, çocuğun tanık olduklarına; başka bir deyişle episodik belleğine güvenmemesine, bunun yerine ebeveynlerinin semantik genellemelerini benimsemesine yol açabilmektedir. Buna karşılık, kaygılı-kararsız bağlanan çocuklar ise, yaşantılarını semantik belleklerindeki genellemelerle bütünleştiremediklerinden, semantik belleğe güvenmemeyi öğrenmekte ve daha çok episodik belleğe dayanmaktadırlar. Örneğin, istismar davranışlarını, sevgisinin kanıtı olarak gösteren bir anne ile büyüyen bir çocuk, duygusal yaşantıları anlamlandırma, kategorize etme ve davranışlarla bütünleştirme konusunda zorluk çektiğinden tutarlı bir semantik bellek organizasyonu oluşturamamaktadır. Bu nedenle tek tek yaşantıları yorumlamaya dayalı bir episodik bellek organizasyonu geliştirmekte, ancak episodik belleğinin yüklü duygu çağrışımlarına dayalı gelişmesi nedeniyle, ilişkilerde duygu ile başaçıkma güçlüğü yaşamaktadır (akt. Page, 2001).

Yetişkin Bağlanma Görüşmesi yöntemiyle yapılan araştırmalarda varılan sonuçlar ile Crittenden’in çıkarımları birlikte değerlendirildiğinde ortaya birbirini destekleyen sonuçlar çıkmaktadır. Kaygılı-kaçınmacı bağlananlar, episodik belleğe güvenmemeyi öğrendikleri için tutarlı bir bellek organizasyonu geliştirememekte ve bunun sonucunda, görüşmelerde anılarını hatırlayamamaktadırlar. Öte yandan, kaygılı-kararsız bağlananlar ise bütünlük içeren bir semantik bellek organizasyonu geliştiremediklerinden, episodik bellekten geri çağırdıkları anıların anlamsal bir tamamlayıcılık içinde değil, birbirinden kopuk ve zaman zaman birbirine karışarak ortaya çıkması beklenen bir durumdur. Ayrıca bu kişilerin episodik bellekleri yüklü duygu çağrışımları ile dolu olduğu için, büyük bir olasılıkla geri çağırma sürecinde duygusal karmaşa ve güçlükle karşılaşmaktadırlar.

Crittenden,  dağınık/yönü belirsiz bağlanma örüntüsü geliştiren çocukların da genellikle, ihmal ve istismarın birarada görüldüğü ve hem semantik hem de episodik bellek bilgilerinin çarpıtıldığı ailelerde yetiştiğini, sonuç olarak hiç bir tutarlı bellek organizasyonu geliştiremediklerini belirtmektedir. Bu çocuklar genellikle korkulu ve zihinsel düzeyde dağınık bir örüntü sergilemektedirler (akt. Page, 2001).

Crittenden’e göre, akıl sağlığı, episodik ve semantik bellek sistemlerinin entegrasyonunu ve kolaylıkla ulaşılabilirliğini gerektirmektedir. Bu durumda kişinin akıl sağlığı, içsel işleyen modellerinin (hem kendilik hem de diğerleri için), doğru algılanan yaşantılar bağlamında, belli bir yorum esnekliği içinde ve değişen koşullara uyum sağlayacak şekilde geliştirilmiş olmasına dayanmaktadır  (akt. Page, 2001).

Bu noktada akla gelen bir soru, İİM’lerin kararlı bir kalıcılığa sahip, değişmeye dirençli bilişsel yapılar olup olmadığı sorusudur. Bu soru, bağlanma kuramının tartışılan en temel konularından birisidir. Bir görüşe göre, bu örüntüler yaşamın  erken evrelerinde oluştuğu ve örtük bellekte yer aldığı için bilinçli farkındalık düzeyine erişememekte, bu nedenle de değişmeye direnç göstermektedirler. Bu yaklaşım, İİM’lerin olaylara ait anılar olmadıklarını, tekrarlayan yaşantılar sonucunda geliştirilen ve kişinin şimdiki beklenti ve tutumlarını etkileyen şematik örüntüler olduğunu savunmaktadır (Knox, 1999). Bu konuda yapılan bazı araştırmalar, İİM’lerin yaşamın ilk birkaç yılı boyunca genellikle kararlı kaldıklarını, ancak çocuğun sosyal koşullarının değişmesine bağlı olarak değişebileceklerini göstermiştir (akt. Hazan ve Shaver, 1994).  Aslında bağlanma kuramı, bu farklı bağlanma örüntülerinin tam bir kalıcılığa sahip olduğunu savunmamaktadır Ancak bu örüntüler, bilişsel sistem içinde aşırı öğrenilmiş şema işlevi gördüklerinden, kişinin gelen farklı bilgileri birbiriyle uyuşturup şemaları değiştirmek için kullanmak yerine, varolan şemalar tarafından özümsenecek şekilde işleme eğilimi nedeniyle değişikliğe karşı dirençlidirler (akt. Hazan ve Shaver, 1994). Öte yandan Jellema (1999), İİM’lerin genellikle statik “temsiller” ya da “kalıplar” şeklinde ele alındığını, bunların algıyı, duyguyu, düşünceyi ve davranışı yönlendiren “stratejiler” ya da “yapılandırılmış süreçler” olduğunun gözardı edildiğini belirtmektedir. Bu görüş, İİM’lerin değişmeye açık özelliklerini ön plana çıkartmaktadır. Bowlby de kişinin İİM’leri üzerinde düşünme ve derine inme kapasitesi olduğuna işaret etmiş ve “düzeltici” ilişki deneyimleri gibi, değişikliğe götürebilecek yollardan sözetmiştir (akt. Hazan ve Shaver, 1994). Bağlanma örüntüleri arasındaki farklılıklar bağlamında da, güvenli bağlanma örüntüsünün diğerlerinden daha kalıcı olduğu öne sürülmekte ve bağlanma sisteminin öncelikli stratejisinin her zaman güvenlik aramak olduğu öne sürülmektedir. Bu doğrultuda,  değişikliklerin daha çok güvenli bağlanma doğrultusunda olması olasılığı yüksek bulunmaktadır (akt. Hazan ve Shaver, 1994).

 

Bağlanma Kuramına Psikonörobiyolojik Yaklaşım

Allan N. Schore’un (2000) psikonörobiyolojik yaklaşımı, içsel işleyen modellerin statik yapılar ya da dinamik stratejiler olarak yorumlanmasına ilişkin tartışmaların çıkmazını çözebilecek bir bilgi kapsamı ve entegrasyonu sunmaktadır.

Schore (2000), Bowlby’nin, bağlanma sürecini “karşılıklı değişim” i içeren dinamik bir süreç olarak tanımladığını vurgulamaktadır. Bowlby, bebeğin aktif olarak anne ile etkileşime yöneldiğini ve annenin de bebekteki bu bağlanma davranışına belli biçimlerde “karşılık” verdiğini ileri sürmüştür. Bu doğrultuda bağlanma ilişkisi, hem annenin bebekten gelen sinyallere cevap verme konusundaki duyarlılığına, hem de aralarındaki ilişkinin miktar ve doğasına bağlı olarak gelişmektedir (akt. Schore, 2000). Schore, Bowlby’nin bu kavramlaştırmasının, çağdaş dinamik sistemler kuramı ile son derece uyumlu olduğunun altını çizmekte ve yeni transaksiyonel kuramların, bağlanmayı ikili ilişkideki karşılıklı duygu düzenlemesi (dyadic regulation of emotion) ve organizmalar arası biyolojik eşzamanlılık düzenlemesi (regulation of biological synchronicity) olarak tanımladığını vurgulamaktadır. Bu kuramlara göre, bağlanmanın en temel işlevi, organizmik düzeyde, biyolojik ve davranışsal sistemlerdeki düzenleme ya da eşzamanlılığı sağlamaktır (akt. Schore, 2000).

Schore (2001) bağlanma kuramının, özünde, bir düzenleme kuramı olduğunu öne sürmektedir. Bu görüşe göre güvenli bir anne, bebeği ile ilişkisinde, sezgisel ve bilinçdışı düzeyde, sürekli olarak bebeğin değişen uyarım ve duygu durumlarını düzenlemektedir. Annenin düzenleyici işlevini yaşantılayan bebek de çevredeki, anbean gelişen stres yaratıcı olayları değerlendirmeye ve uyumsal yeteneğini arttırarak stresle başaçıkmak için tutarlı davranışlar geliştirmeye  başlamaktadır. Bir bebek için yalnızca olumsuz ve acı veren olaylar değil, her yeni olay, bir başka deyişle yeniliğin kendisi bir stresördür. Bu nedenle, gelişen bir sistemin uyumsal kapasitesi yalnızca bilinen ile sınırlı olmayıp, yeni bilgiyi öğrenebilmek ve daha karmaşık bilgi düzeylerine geçebilmek yönünden, bilinmeyene yaklaşabilmeyi de içermek zorundadır. Stresle başaçıkma davranışlarını yöneten beyin sistemleri ilk bebeklik evrelerinde geliştiği için de bu süreç bebek ve anne arasındaki erken dönem ilişkinin doğasından etkilenmektedir (Schore, 2001).

Stres tepkilerinin ve duygu durumunun düzenlenmesinde, otonomik sinir sisteminin rolü bilinmekle birlikte, giderek daha çok kabul gören bir görüş, merkezi sinir sistemindeki limbik yapıların da başaçıkma davranışlarında önemli bir role sahip olduğu yönündedir. (akt. Schore, 2001). Hem altkortikal düzeydeki sempatik ve parasempatik yapıların, hem de merkezi sinir sistemi dahilindeki üst kortikal limbik yapıların gelişiminin, doğum öncesi ve sonrası dönemde organize olduğu ve olgunlaşmalarının da bebeğin yaşantılarına bağlı olduğu belirtilmekte, bu doğrultuda, doğum sonrası erken evrenin limbik-otonomik yapıların gelişimi açısından kritik bir öneme sahip olduğu vurgulanmaktadır (Schore, 2001).

Bu yapılardaki gelişim özellikle, biyolojik süreçde daha erken gelişen ve hem limbik sistem hem de otonomik sinir sistemi ile daha derin bir bağ içinde olan sağ hemisferde belirginleşmektedir.  Sağ hemisferin, stres tepkisinde ve organizmanın yaşamsallığında, sonradan gelişen sol hemisfere oranla başat olduğu öne sürülmektedir (akt. Schore, 2001; 2002).  Bağlanmayı, anne bebek arasındaki eşzamanlı bir duygu düzenleme ilişkisi olarak tanımlayan Schore (2000, 2001), düzenleyicilerin özellikle sağ limbik sistemde yer aldığını öne sürmekte ve bu düzenlemelerin yüz yüze iletişim, karşılıklı dikkat, duygusal uyumu yakalama ve karşılık verme gibi iletişim ögeleri içinde yer aldığını açıklamaktadır.  Özellikle ilk iki ay içinde, primer görsel korteksdeki hızlı metabolik değişim sonucunda kazanılan görme yaşantısının, oksipital korteksdeki sinaptik bağlantıları değiştirmesi sonucunda, bebeğin sosyal ve emosyonel kapasitesinde çarpıcı bir gelişme ortaya çıkmakta ve bu da anne ile yüzyüze iletişimde, karşılıklı etkilerin başlamasını sağlamaktadır. Schore (2001), bebeğin sağ hemisferinin bağlanma ile, annenin sağ hemisferinin de yatıştırma işlevleri ile ilişkili olduğunu gösteren pek çok kanıt sunmakta ve anne bebek arasındaki bu duygulanımsal eşzamanlılığı, “sağ beyinler arasındaki rezonans” olarak tanımlamaktadır.

Bebek ve anne arasındaki erken dönem bağlanma ilişkisinin beynin nöroplastik ve dinamik yapısında değişimlere yolaçan bir özelliğe sahip olduğu ve ilişkinin kalitesinden güçlü bir biçimde etkilenen beyin bölgesinin de orbitofrontal korteks olduğu belirtilmektedir (Balbernie, 2001; Schore, 2000; 2001). Korteks ve altkorteks arasındaki bağlanma bölgesi olarak tanımlanan orbitofrontal korteksin önemli bir kısmının, yaşamın ilk 10-12 ayı içinde (Bowlby’nin, bağlanma sisteminin çevrenin etkilerine en açık dönem olarak tanımladığı süreç) geliştiği bilinmektedir. Bu kortikolimbik beyin sistemi, yüz ifadelerindeki olumlu ve olumsuz duyguların değerlendirildiği, dokunma, tat, koku, müzik gibi duyumlara verilen tepkilerin düzenlendiği bir yapı olarak tanımlanmıştır. Aynı zamanda, değişen koşullara uyum sağlama bağlamında, çevresel uyaranların hızla değerlendirilmesi, duygu durumuna ilişkin geribildirimlerin üretilmesi, duygu değişiminin ve duygulanım kontrolünün düzenlenmesi, başaçıkma kaynaklarının yoklanması, uygun tepkilerin güncellenerek ortaya çıkartılması ve uyum davranışının geliştirilmesinde de etkili olduğu kanıtlanan bu sistemin, kişilerarası ilişkilerin düzenlenmesinde kritik bir role sahip olduğu ileri sürülmektedir. Anne-bebek arasındaki karşılıklı duygu düzenleme ilişkisinde, başka bir deyişle bağlanma işlevlerinin homeostatik düzenlemesinde, kritik bir öneme sahip olduğu belirtilen bu yapı, daha çok sağ hemisferde işlev görmekte ve sağ beyinin yönetsel kontrolünü üstlenmektedir. Orbitofrontal korteks, işlemsel öğrenmede, sağ hemisfer de ağırlıklı olarak bilinçdışı süreçlerde ve örtük öğrenmede etkili olduğundan, bilinçdışı düzeyde işlenen sosyal-duygusal bilgilerin burada lokalize olan örtük-işlemsel bellekte saklandığı öne sürülmektedir. Daha da ötesinde, sağ hemisferin sonradan gelişen sözel-linguistik sol hemisfere kıyasla, otobiyografik bellek için daha güçlü bir temel oluşturduğu iddia edilmektedir. Çağdaş nöropsikolojik çalışmalar, erken yaşam evrelerindeki duygusal yaşantıların, sağ hemisferde depolandığı ve işlendiği, bebeğin de ilk 2-3 yıl içinde, ağırlıklı olarak örtük-işlemsel belleğine dayandığı  yönünde bulgular ortaya koymaktadır.  Bu doğrultuda da sağ hemisfer, kişinin uzak geçmişine ait serebral temsilleri içeren ve duygu içerikli otobiyografik bellek örüntülerini içinde barındıran bir yapı olarak tanımlanmaktadır ( Schore, 2000; 2001; 2002).

Buraya kadar sunulan bulgular, bağlanma ilişkisindeki erken oluşumlu içsel işleyen modellerin, sağ korteksdeki örtük-işlemsel bellek sistemlerinde işlendiğini ve barındırıldığını düşündürmektedir (akt. Schore, 2000, 2001). Güvenli bağlanan bir kişide bu modeller, bozulan homeostatik dengenin yeniden kurulacağına dair beklentilerin gelişmesini sağlarlar. Bu beklentileri yöneten temsillerin, orbitofrontal sistem tarafından işlendiği ve sistemin beklenen negatif ya da pozitif  duygu durumlarına uygun olarak duygulanım düzenleyici stratejiler geliştirdiği öne sürülmektedir. Orbitofrontal sistem, dış dünyaya ilişkin kortikal düzeyde işlenen bilginin (örneğin, annenin duygusal yüz ifadesi), eş zamanlı olarak, altkortikal düzeyde işlenen içsel bilgi (örneğin, bebeğin duygu ve bedensel kendilik durumuna ilişkin değişimler) ile entegre edilmesini sağlamaktadır. Son yıllarda elde edilen bulgular, orbitofrontal korteksin davranışı, gelecekteki olası sonuçlara göre bilinçdışı düzeyde yönlendirdiği görüşünü güçlendirmektedir. Bu sonuçlar, Bowlby tarafından İİM’ler için tanımlanan, gelecekteki davranışı yönlendirme özelliği ile uyumludur. İçsel işleyen modeller, bağlanma ilişkisinin yalnızca duygu boyutunu değil, bilişsel boyutunu da temsil etmekte ve yaşantıları değerleme işlevi görmektedir. Orbitofrontal korteksin de bir değerleme mekanizması olarak çalıştığı ve bilişsel düzeydeki izlenimler ile duygusal-güdüsel yaşantıları anlamlı bir entegrasyon içinde birleştirdiği bilinmektedir (akt. Schore, 2000). 

Sunulan bulgu ve açıklamalar, İİM’lerin, büyük ölçüde yaşamın ilk 2-3 yılı içindeki primer bağlanma ilişkisinin tekrar eden örüntüleri doğrultusunda gelişen, ağırlıklı olarak sağ orbitofrontal korteksde, örtük-işlemsel bellekte barınan ve işlenen, bilişsel-duygusal değerlendirmeler bağlamında beklenti geliştirerek davranışı yönlendiren temsiller olduğunu göstermektedir.  Bunun da ötesinde, bağlanmanın, beyin yapılarının gelişiminde belirleyici bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bu bulgu ve görüşler birlikte değerlendirildiğinde, bağlanma örüntülerinin ve İİM’lerin değişmeye dirençli yapılar olduğu yönündeki varsayımlar güçleniyor gibi görünmekle birlikte, beyinin hücresel düzeyde esnek bir yapıya sahip olduğu (neuroplasticity) gerçeği (Balbernie, 2001; Liggan ve Kay, 1999; Schore, 2000, 2001), yaşamın sonraki evrelerinde de değişim yaşanabileceğinin kabul edilmesini sağlamaktadır. 

 

Güvensiz Bağlanma Örüntülerinin Değişmesinde Psikoterapi

Güvensiz bağlanma örüntülerinin, yaşamın ilerleyen evrelerindeki ciddi psikolojik bozukluklar ile ilişkili olduğu yaygın olarak kabul gören bir saptamadır (Balbernie, 2001; Brown ve Wright, 2001; Page, 2001; Perris, 2000) .

Psikoterapinin, psikolojik düzeyde kanıtlanmış olan etkisinin nörobiyolojik düzeyde de varolduğu yönünde kanıtlar mevcuttur (Balbernie, 2001; Liggan ve Kay, 1999). Buna göre psikoterapi, önce nöronlar arasındaki fonksiyonel bağlantıları değiştirmekte, sonra da bu fonksiyonel değişiklikleri, serebral korteksde somut yapısal değişikliklere dönüştürmektedir (akt. Balbernie, 2001).

Sözü edilen kanıtlar, güvensiz bağlanma örüntüleri geliştiren kişilerin de terapiden yararlanacağı yönündeki varsayımı güçlendirmektedir.  Schore (2000), orbitofrontal korteksin, esnekliğini ileri yaşam dönemlerinde de sürdürmesi nedeniyle, gelişimsel temelli ve duygulanım odaklı bir psikoterapi yaklaşımının, bu beyin sistemini ve bağlanma örüntülerini değiştirebileceğini öne sürmüştür.  Schore ayrıca, terapist-hasta ilişkisinin, sağ beyinin yaşantıya dayalı olgunlaşma özelliğini destekleyen, geliştirici bir çevre gibi işlev gördüğünü de eklemiştir (akt. Balbernie, 2001).

Bağlanma kuramının psikoterapiye uyarlanmasını ilk öneren kişi Bowlby olmuştur. Bowlby, terapistin hastaya İİM’lerini araştırma ve yeni bir anlayış çerçevesinde onları yeniden değerlendirme ve yeniden yapılandırma olanağı sağlamasının gerekliliğini vurgulayarak, terapistin bu yöndeki görevlerini de açıkça sıralamıştır (akt. Perris, 2000).  Amini ve arkadaşları da psikoterapinin, nörofizyolojiyi ve altta yatan nöral yapıları değiştirme kapasitesine sahip fizyolojik bir süreç olmanın ötesinde, bir bağlanma ilişkisi olduğunu vurgulamakta ve amacının da hem duygulanımsal homeostasisi düzenlemek hem de bağlanma ile ilişkili örtük belleği yeniden yapılandırmak olduğunu ileri sürmektedir (akt. Liggan ve Kay, 1999).  Terapist, terapi ilişkisinde güvenli üs oluşturarak hastanın İİM’lerini araştırmasına ve yeniden yapılandırmasına izin vermelidir (Brown ve Wright, 2001; Jellema, 1999).

Page de (2001), farklı güvensiz bağlanma örüntüsüne sahip kişilerin farklı bellek sistemlerine (episodik ve semantik) dayandıkları savından yola çıkarak, terapinin, bu bellek sistemlerini entegre etmesi gerektiğini savunmaktadır. 

 

SONUÇ

Bağlanma, yaşamın en erken evresinde, bebek ve bakım veren ilişkisi bağlamında gelişen, yaşamsal bir işleve sahip nörobiyopsikolojik bir mekanizmadır.

Bağlanma örüntülerinin duygu ve davranış düzenleyici, başka bir deyişle kişinin yaşamını yönlendirici işlevi, örtük-işlemsel bellekte korunan ve işlenen, İİM’ler kanalıyla yürütülmektedir. İİM’ler aynı zamanda kişinin sözelleştirilmeyen ve farkındalık dışı sosyal kendilik bilgisini de içermektedir. 

Öte yandan bağlanma örüntüleri, semantik ve episodik bellek organizasyonunda da etkili olmakta ve güvenli bağlanma örüntüsü içinde sağlıklı organize edilebilen bu bellek sistemleri, ileriki yıllarda da tutarlılık içinde kullanılabildiği halde, güvensiz bağlanma örüntülerinde, yeterince organize edilemeyen bu sistemlerden bir tanesi, yanlı bir biçimde daha fazla kullanılmaktadır. Bu bilgiler ışığında, bebeklikteki bağlanma sürecinin, semantik ve episodik bellek oluşumundaki kodlamaların ve geri çağırmaların nicelik ve niteliğini belirleyici bir rolü olabileceğini öne sürmek yanlış olmayacaktır.

Bağlanma süreci, hem kişinin duygulanım düzenlemesi, hem de sözel ve sözel olmayan bellek sistemleri üzerinde önemli bir etki yaratmaktadır. Bu nedenle bağlanma örüntülerinin değişmesi, hem duygulanım düzenleyici sistemlerde hem de bellek sistemlerinde bir yeniden yapılanma ile mümkün görünmektedir..

Bu doğrultuda, güvensiz bağlanma örüntüsü geliştiren kişilerin psikoterapisi, öncelikle güvenli bir terapötik ilişki geliştirmeye dayalı (“güvenli üs” sağlayıcı),  kişiyi gelişimsel olarak, derinlemesine ele alan (episodik ve semantik bellek entegrasyonu için zaman ve zemin sunabilen) beden-duygu etkinleşmesine izin veren (örtük-işlemsel belleği canlandırıcı) ve öznelerarası boyutta, sağlıklı bir kendilik düzenlemesine ulaştırabilecek kapsayıcılıkta olmalıdır.

 

KAYNAKLAR

 

Ainsworth, M.D.S., Blehar, M.C., Waters, E., ve Wall, S. (1978). Patterns of attachment: A psychological study of the strange situation. Hillsdale, NJ: Erlbaum.

Balbernie, R. (2001). Circuits and circumstances: the neurobiological consequences of early relationship experiences and how they shape later behaviour. Journal of Child Psychotherapy, 27(3), 237-255.

Brown, L.S. ve Wright, J. (2001). Attachment theory in adolescence and its relevance to developmental psychopathology. Clinical Psychology and Psychotherapy, 8, 15-32.

Hazan, C. & Shaver, P.R. (1994). Bağlanma: Yakın ilişkilerle ilgili araştırmalar için bir çerçeve (Çev. Ali Dönmez). Türk Psikoloji Bülteni, 16-17, Mart-Haziran 2000, 29-50.

Jellema, A. (1999). Cognitive analytic therapy: Developing its theory and practice via attachment theory. Clinical Psychology and Psychotherapy, 6, 16-28.

Knox, J. (1999). The relevance of attachment theory to a contemporary Jungian view of internal world: internal working models, implicit memory and internal objects. Journal of Analytical Psychology, 44, 511-530.

Liggan, D.Y. & Kay J. (1999). Some neurobiological aspects of psychotherapy. Journal of Psychotherapy Practice and Research, 8(2), 103-114.

Page, T.F. (2001). Attachment and personality disorders: Exploring maladaptive developmental pathways. Child and Adolescent Social Work Journal, 18(5), 313-334.

Perris, C. (2000). Personality related disorders of interpersonal behaviour: A developmental-constructivist cognitive psychotherapy approach to treatment based on attachment theory. Clinical Psychology and Psychotherapy, 7, 97-117.

Schore, A. N. (2000). Attachment and the regulation of the right brain. Attachment and human development, 2(1), 23-47.

Schore, A. N. (2001). Effects of a secure attachment relationship on right brain development, affect regulation and infant mental health. Infant Mental Health Journal, 22(1-2), 7-66.

Schore, A. N. (2002). Dysregulation of the right brain: a fundamental mechanism of traumatic attachment and the psychopathogenesis of posttraumatic stress disorder. Australian and New Zealand Journal of Psychiatry, 36, 9-30.

Sümer, N. ve Güngör, D. (1999). Yetişkin bağlanma stilleri ölçeklerinin Türk örneklemi üzerinde psikometrik değerlendirmesi ve kültürlerarası bir karşılaştırma. Türk Psikoloji Dergisi, 14(43), 71-106.

 

 

 

 


* Dr. Psk. Yesim Turkoz

Klinik Psikolog /Psikoterapist/

Psikodrama Terapisti ve Eğitimcisi

GÜNISIGI PSİKOLOJİK GELİŞİM ve PSİKOTERAPİ MERKEZİ

GÜNIŞIĞI PSİKODRAMA ENSTİTÜSÜ

www.yesimturkoz.com